Zavallı bir çocuk gibi kalmıştı ortada…
Sanki güvenle tuttuğu el usulca kayıp gitmişti avucundan…
Bir anda bu büyük ve kalabalık meydanda sahipsiz hissetti kendisini…
Çocuk gibi ağlamalıydı hıçkıra hıçkıra…
Beyninin zarlarını yırtarcasına, sesi kısılırcasına, bütün hücreleriyle…
Kundaktaki bebeğin muhtaçlığı ve masumiyetiyle…
Ağlamalıydı…
Ama…
Bebek değildi…
Çocuk değildi…
Ve ama daha muhtaç…
Ve ama daha masumdu…
***
Bu ızdıraba, ağlayamıyor oluşu eklendi bütün ağırlıyla…
Yer altından kayıyordu sanki…
Zemin kayıyordu…
Nereye baksa ufuk bulanıklaşıyor…
Ufuk kayıyordu sanki…
Yönleri kayıyordu…
***
Dudaklarını ısırıyordu…
İki damla gözyaşını gözlerini kapayarak hapsetti sımsıkı…
Eğdi başını…
“En fazlası ölüm” dedi içinden…
Tam da razı olmak üzereyken…
Bir titreme tuttu içten içe…
Ve alelacele tutundu hayata..yaşamaya …
Açtı gözlerini…
***
Bir bankta oturuyordu şimdi…
Kainat meydanının tam ortasında yerini arıyor; durduğu yeri seyrediyordu…
“Şimdi ne olacak” sorusuyla çarpıştığı anda olmuştu her şey…
Ve “Sonra ne olacak?” sorusu…
Birer birer inmişti yüzüne tokat gibi…
Cevapsız kalmıştı…
***
Cevap verme mecburiyeti hissetmeden yaşamak ne kadar rahattı halbuki…
Anlamsız bir mutluluk içinde…
***
Cevapsız kalmıştı…
Ve “Nereye kadar?” sorusu dikildi karşısına…
Sanki…
Sanki kenar mahallelerin arka sokaklarında kıstırmış; konforunu başına geçirmişti birkaç serseri soru…
“Şimdi ne olacak?”
“Sonra ne olacak?”
“Nereye kadar?”
İlk iki soruya cevap verme zahmetine girişmemişti ki üçüncüsü yetişti ve cevabı zaten sorunun boynunda sallanıyordu bütün haşmetiyle…
“Ölüme kadar…”
O cevap…
Kendisinin veremediği ama sorunun boynunda asılı duran o cevap, nefesini kesen son darbeyi indirmiş ve ortada kalıvermişti…
O zaman ilk iki soru daha bir haşmetle dikildi karşısına…
“Şimdi ne olacak?”
“Sonra ne olacak?”
***
Gündüzleri kalabalıkların arasında günü birlik amaçların…
Geceleri sarhoş kahkahaların arasında uyuşuk…
Uykuyu hatırlamıyordu zaten…
Arada bir köşebaşlarında sorular beliriyor ve bazısı ileri giderek omuz atıyordu…
“Ne işe yarıyorsun?”
“Sen kimsin”
Adımlarını sıklaştırıyor veya yönünü değiştiriyor, yüzleşmemeye çalışıyordu…
Ta ki o ana kadar…
***
Önceleri umursamadı…
Ama diline takılan şarkıların yerini ritmik bir soru almıştı; hüzünlü bir melodiyle mırıldanıp duruyordu…
“Ölüm var gülüm… Ölüm var gülüm…Ölüm var gülüm”
Sevgililerine derdi “Gülüm” diye…
Ve şimdi içinden bir ses onu “sevgili” gibi sahiplenmiş, “Ölüm var gülüm” diyordu…
Ölümü düşünmeye başladığından beri yavaşlamıştı…
Ağırlaşmıştı…
Ölüm varsa ve bitecekse her şey…
Her şeyin anlamı neydi?…
***
Bir bankta oturuyordu şimdi…
Kainat meydanının tam ortasında yerini arıyor; durduğu yeri seyrediyordu…
“Ölüm var gülüm…”
“Ölüm var gülüm…”
“Ölüm var gülüm…”
***
Beyaz bir güvercin süzüldü başının üstüne doğru…
Döndü durdu etrafında bir zaman…
Ve bankın bir ucuna kondu usulca…
Başını çevirdi o tarafa…
Gözgöze geldiler…
***
“Nasip, bir talih kuşudur; sevin” dedi güvercin…
“Ve hiç boş yok… Sorular biletidir bu talihin…”
“Bak bu dağlar…
Bu gökyüzü…
Yağmur ve kar… İnsan… İnsanlar… Yaşayanlar, yaşamış olanlar ve daha doğmamış olanlar…
Herbirinin parmak izi farklı olan bu on milyarlarca insan…
Sonra ben…
Ben bir garip güvercinim…
Sonra şu çiçekler…
Gece gördüğün rüyalar…
Gündüz gördüğün rüyalar…
Ver görmediğin rüyalar…
Sonra acılar ve hüzün ve mutluluk..
Ne varsa gördüğün, bildiğin, hissettiğin…
Ve aradığın…
Her şey…
Anlamını aradığın her şey…
O…
Yüce Yaratıcı…
“Ol…” dedi… Oldu…
“Ol…” dedi, oldu her şey…
“Öl…” dediği zaman öleceksin…
***
Kanatlandı beyaz güvercin…
Kanatlarının altını gördü bir an bembeyaz…
Gözgöze geldiler süzülürken son bir kez…
Sanki “Artık üzülme” diyordu gözlerindeki gizli tebessüm…
“Ölüm sonsuz bir başlangıçtır…”
***
Mırıldanmaya başladı yine…
“Ölüm var gülüm…
Ol dedi Yaradan, oldu her şey…
Öl dediği zaman öleceğim…”
***
Şimdi…
Ona “derviş” diyorlar…
Şimdi huzurlu bir sevinç içinde…
Aynı kalabalığın arasında…
Ve kenar mahallelerde bile cesur…
Sorularla dost…
***
Ona “derviş” diyorlar…
Murat Başaran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder