28 Haziran 2011 Salı

29 haziran ikindi - FATİHANIN ZİHNİ İNŞASI 12

Yalnız senden yardım isteriz dedik, peki ilk isteğimiz/önceliğimiz ne olmalı?
Rabbimizi övdük, yalnız onun kulu olduğumuzu ve yalnız ondan talep ettiğimizi bildirdik
Bundan sonra bizim Efendimizden, Rabbimizden tale­bimiz geliyor.

bu konuyu şöyle açıklıyor Besairul Kuranında Ali KÜÇÜK ;

Ancak bakın burada bir nefes alıyoruz.
Çünkü sûrenin bu bö­lümünde, bu altıncı âyetin sonunda bir “Tı” durağı geliyor. Bu da bu­rada duruşun vacip olduğunu anlatıyor.
Yâni şöyle durup bir nefes alıp Rabbimizden ne isteyeceğimizi bir düşüneceğiz. Durup düşünü­yoruz.
Acaba ne istesek Rabbimizden?
Dururken bunu düşüneceğiz, ama esa­sen kendisinden ne isteyeceğimizi de bize bırakmayarak Rabbimiz söyleyecek.

Hani bir hadis-i kutside Rabbimiz;
“Ben Fâtiha’yı kulumla kendi aramda taksim ettim”
buyurarak bundan ön­ceki bölümün kendisine ait olduğunu,
bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu anlatı­yordu.
Kulum Fâtiha sûresi­nin buraya kadar ki bölümünde beni över, bana senâ eder, kullu­ğunun, köleliğinin sadece bana olduğunu, ben­den başkasının önünde eğilmediğini, eğilmeyeceğini, benden başka­larının arzula­rını yerine getirmeyeceğini, benden başkalarının yasala­rını hamd etmeyeceğini ortaya koyar.
Bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu anlatır Rabbimiz. “Kulum beni övdükten sonra, bana karşı kulluğunu, köleliğini ihraz ettikten sonra, benim rızamı ka­zan­dıktan sonra, bundan sonraki bölümde kulum benden ister ve ben de onun istediğini kuluma veririm” buyurmaktadır.

Peki acaba biz, Rabbimizden ne isteyeceğiz?
Yâni buraya ka­dar söylediklerimizle, ortaya koyduklarımızla tam Rabbimizin rızasını kazanmışken, Rabbimiz bizim böylece kendisine takdim ettiğimiz ahitlerimizin sonunda bizden razı olup şöyle buyurmuşken:
“İste artık ey kulum! Benden ne ister­sen vereceğim!” buyurarak tüm rahmet ka­pı-larını aç­mışken acaba böyle bir durumda biz O’ndan ne isteyelim?
Ama üzülmeyin, bizim kendisinden neler isteyeceğimizi,
bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden çok daha iyi bilen,
bizim hayrımızı, men­faatimizi bizden çok daha iyi bilen Rabbimiz,
ne isteyeceğimizi de bu­rada beyan ediveriyor.
Bakın kendisinden ne isteyecekmişiz?
Ne di­yecekmişiz burada?

6: “Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”

“Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet et.
Bizi doğru yola ilet ya Rabbi. Bize hak yolu, doğru yolu göster ya Rabbi.”
İşte Rab reh­berliğinde, efendi mihmandarlığında kulun talebi buymuş. Rabbimiz bizden, bunu dememizi, bunu istememizi istemektedir.
Eğer Rabbimiz Fâtiha’nın bu bölümünde kendisinden ne isteyeceğimiz konusunda bize bilgi ulaştırmasaydı,
bunu bize bıraksaydı neler neler istemezdik değil mi?
Ya Rabbi bize para ver, mark ver, dolar ver,
at ver, avrat ver,
fiat ver, murat ver,
sap ver, saman ver,
ver, ver, ver.
Çok şükür ki Rabbimiz, bunu bize bırakmamış.
Bu konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen, bilgisi mutlak olan Rabbimiz, bu bilgisiyle bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen Rabbimiz hemen bize yol göstermiş ve burada ne iste­yeceğimizi kendisi ortaya koyuvermiş­tir.

Ya Rabbi bizi doğru yola ilet.
Bizi sırat-ı müstakime ulaştır.
Tabi zaten kendisi sırat-ı müstakimde olan birisi için sırat-ı müsta­kimde daim kıl, sırat-ı müstakimden ayırma anlamınadır bu.
Çünkü şu anda sırat-ı müstakimde olsak bile yarın ne olacağımızı, nasıl bir çizgi takip edeceğimizi bilmiyoruz.
Eğer şu anda sırat-ı müsta­kimde değil­sek bizi ona hidâyet et, sırat-ı müstakimdeysek, onda bizi daim eyle ya Rabbi, diyoruz.

“İhdi” Hidâyet mastarından emirdir.
Hidâyet et demek; yol göster demektir.
Bu sığa ile yukarıdan aşağıya, yâni büyükten küçüğe vuku bulan fiile emir, aşağıdan yukarıya, yâni küçükten büyüğe karşı gerçekleştirilen talebe de dua denir.
Müsaviden mü­saviye yapılana da iltimas denir.

Hidâyet irşattan, mihmandarlıktan farklıdır.
Yolu sadece göste­rivermeye irşat denir.
Ama yolu göstermekle, tarif etmekle birlikte yol soranın elinden tutup, önüne düşüp yolun sonuna ka­dar götürüver­mek, yolda sebat vermek, yolda tutmak ise hidâyet­tir.
Bir de hidâyet hayır talebine mahsustur.
Hırsıza, soysuza yol göstermek hidâyet de­ğildir.
Bu mânâda Hâdî sadece Allah’tır.
Al­lah’tan başka Hâdî yoktur.
Rabbimizin isimlerinden birisi de Hâdî­dir

Rabbimiz, rahmeti gereği insanı hidâyeti isteyebilecek, onu ta­lep edebilecek, hidâyeti kabullenebilecek, bir fıtratta yaratmıştır.
İşte biz, fıtratımız gereği Rabbimizden sırat-ı müstakime hidâyet istiyoruz.

Sırat, yol demektir.
Müstakim sırat da dosdoğru yol demek­tir.
Hiç bir eğriliği, yamukluğu, inişi, yokuşu olmayan dosdoğru yol de­mektir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle ortaya konulmuş din demektir, Şeriat demektir, Kur’an demektir, sünnet demektir.

Rabbimiz, kitabının başka yerlerinde buyurur ki: “
İşte bu benim dosdoğru yolumdur.
Sizi dünyada huzura, âhirette de cennete götürecek yol budur.
Ama bu, benim yolumun dışında da yollar vardır.
Sakın o yollara uymayın.
Yol tekdir.
Yol Allah’ın yoludur.
tâli yollarsa şeytanların yollarıdır.
Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.”


Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu kitabında ortaya koymuştur.
Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve kitaba göre ya­şamaktır. Kitapla yol bulmaktır.
Yolunu kitaba ve sünnete sorarak bulmaktır.
Takva da budur işte.
Takva, Rabbimizin yukarıda tarif bu­yurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin, kitabında an­lattığı bu emir ve yasaklara riâyettir takva.
Rabbimiz bizim muttaki ol­mamız için, bizim böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için, yollarını göstermiştir.
Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur.
Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka şeylerin, başka yolla­rın peşine takılırsa, o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır.

Allah’ın Resûlü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple, yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte bu, Rabbimin dosdoğru yolu­dur.” Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek; “İşte bunlar da şeytanların yollarıdır.
Sakın sizler bu yollara gitmeyin,
çünkü o yollar­dan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakimden uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar var­dır” buyurdu.


Evet, her bir yolun üzerinde oturan şeytanlar, insanları o yol­lara çağırmaktadırlar.
İnsanları tâli yollara çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakim olduğunu söylüyorlar.
Tabi bu şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakime girmiş mü’minleri bu yoldan çıkıp kendi yollarına girmeye çağırdıkları gibi henüz bu yola girmemiş, ama girmeye ha­zırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye çağırıyorlar.

Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Kul Müslüman olmak ve atalarının yolunu terk ederek sı­rat-ı müstakime girmek ister.
Şeytan, böyle bir kulun yolunun üze­rine otu­rur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona telkinlerde bulunmaya başlar.
Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk ediyorsun? Di­yerek, onu bu işten engellemeye gayret ederken, bu konuda kararlı olan kul, şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar.
Ama kulun yeni girdiği, henüz yeni yeni öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda, bu defa da şeytan onun karşısına hicret yolunda dikilir.
” Çünkü o Müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Al­lah’ın istediği biçimde icra ede­meyince mutlaka buna imkân vere­cek bir ortama gitmeyi deneyecek­tir.

İşte kulun, hicret yoluna dikilen şeytan, ona şöyle demeye başlar:
“Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir korkaklığın ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk edip nereye gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? Seni çok büyük sıkıntılar beklemektedir diyerek” onu bu yoldan engellemeye çalışır.
Fakat bu ko­nuda kararlı olan kul, şeytanı iterek biraz daha yola girer.
Elbette bu bir kaçış değil, bir korkaklık alâmeti değil, tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir.
Uzun bir engeli atlayabilmek için biraz geri çe­kilme hareketidir bu.

Şeytan bu konuda da muvaffak olamayınca, bu defa Allah yo­lunda cihada çıkan kulun karşısına, cihad yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar:
“İyi kardeşim, tamam anladık, îlâ-i kelimetullah da peki hanımını, çocuklarını kime emanet ettin sen? Dükka­nını-tezgâ­hını, işini aşını, markını dolarını, vatanını toprağını kime bırakıp gidi­yor­sun? Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imda­dına yetişece­ğim diye evdekileri, malını mülkünü tehlikeye atma­nın anlamı var mı yâni? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna hedef olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ede­rek kazandığın, uykula­rını terk ederek, rahatına kıyarak elde etti­ğin bu paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin sahibi sen misin? Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni?” di­yerek o mü’mini girdiği cihad yolundan da alıkoymak ister. Adam şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.

Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur ki; “Artık bu mümin nasıl ölürse öl­sün, nerede ölürse ölsün Allah ona bakmaksızın kesinlikle onu cen­netine ko­yacaktır. Bu kul, ister yatağında ölsün, ister düşman karşı­sında muharebe meydanlarında ölsün, ister suda boğularak ölsün değil mi ki, en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ve artık Cenâb-ı Hak üzerine, bu kulu cennetine koymak vacip olur” bu­yuruyor. Çünkü artık bu kul, kesin sırat-ı müstakimdedir ve artık lânet şey­tanın ona yapabileceği bir şey yoktur.


Evet, sürekli sırat-ı müstakimde olmaya, bu yolda kalmaya çalı­şacağız. Dilimizle bunu istediğimiz gibi, hayatımızla, amellerimizle de bu yolda olmaya çalışacağız. Bu konuda sürekli Rabbimize dua edeceğiz.

Hiç yorum yok: