yalnız sana kulluk ederiz demekle ne diyoruz
yalnız sana kulluk ederiz demekle ne diyoruzbu konuyu Besairul Kuran isimli tefsirinde müfessir Ali KÜÇÜK şöyle açıklıyor;
“Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.”
Yalnız sana kul köle oluruz ve yardımı da sadece senden bekleriz.
Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece senden yardım umarız.
Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi istiyor Rabbimiz.
Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir?
Israrla tüm namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da hayatımızda başkalarını da dinleyeceğimiz, başkalarının da çektiği yere gideceğimiz konusunda bilgi sahibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak mı istiyor?
Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki, bizi uyarmak istiyor?
Acaba kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor?
Bu mânâ etrafında düşünelim şimdi.
Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız?
Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz?
Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendilerimiz, başka mâbudlarımız yok mu?
Acaba şu anda tüm hayatımız-da sadece Allah’ı mı dinliyoruz?
Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı?
Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz?
Bu konuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir.
İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir.
Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:
“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.”
(Şuarâ 22)
Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edinmişti.
Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gelmek-tedir.
Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:
"Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)
Dikkat ediyor musunuz?
Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâ-ğut” buyuruyor.
Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytanların kulu olanlar.
Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor.
İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder:
Allah’a isyan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.
"Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız? " deyip onları yalancı saydılar.
(Mü’minûn 47)
Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre;
Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Allah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konumundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz altındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.
Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuyalım inşallah:
Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn 60,61)
Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz ediliyor.
Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?”
Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir?
Biz biliyoruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez.
Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler.
Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir.
Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demektir.
Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek değil;
bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzenlemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demektir.
Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir.
Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler.
Müşrikler ise hayatlarına karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul ederler.
Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız.
Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir.
Bunların yasaları da uygulanmalıdır.
Bunların da emretme, nehyetme hakları vardır.
Bunlar da itaat edilme makamındadırlar.
Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler.
Kulluk bunların da hakkıdır diyorlar.
İşte bu şekilde yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek demek; onlara da kulluk etmek demektir.
Adiy Bin Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir şekilde böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine getirip yasakladıklarına da itaatin mahza onlara kulluk olduğunu, onlara ibâdet olduğunu anlatır.
Demek ki Fâtiha’nın bu bölümünde herhalde bizim kendisini bırakıp başkalarına kulluk yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına da kulluk yaparak, başkalarını da dinleyerek, başkalarının önünde de eğilerek belimizin kamburlaşacağından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz isteniyor?
Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir ve şu anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryüzünde binlerce tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, kanun koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amirler, ağalar, babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde.
Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu sözü unutup, hayatını parçalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendilere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun, artık şirke düşmüş demektir.
Acaba şu anda öyle olmamış mı? Diyesim geliyor.
Acaba böyle değil miyiz bugün?
Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın.
Acaba şu anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün?
Acaba Müslümanlar Allah’tan başkalarına itaat etmiyorlar mı bugün?
Allah’tan başkalarından korkmuyorlar mı?
Allah’tan başkalarına güven bağlamıyorlar mı?
Allah’tan başkalarını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmüyorlar mı?
Allah’tan başkalarını hayata egemen bilmiyorlar mı?
Allah’tan başkalarını rezzâk bilmiyorlar mı?
İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının gazabından emin olmak için Allah’ın arzularını terk etmiyorlar mı?
Acaba Allah’tan başkalarının kapısında adâlet arayanlar Allah’ın adâletini beğenmediklerinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz sadece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun dışında da dinleyeceğimiz ilâhlarımız var demiyorlar mı bu halleriyle?
Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
“Allah buyurdu ki İki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek İlâhtır”
(Nahl 51)
“İki İlâh edinmeyin” diyor Allah.
Sizin kendisine kulluk edeceğiniz, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gideceğiniz, hayat programını kendisinden alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor.
Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, hayatınıza karışacak iki İlâhınız olmasın.
Camide ayrı bir ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın.
Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz ayrı bir ilâhınız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın.
Oruç konusunda ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın.
Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olmasın.
Evet camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın diyor Rabbimiz.
Çünkü bizim camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir.
Hayatımızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur.
Allah’ın saptırdığı kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar.
Kilisenin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat diye.
Veya kilisenin içinde Allah’a ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı hayat ve dışarıda, sosyal hayatta başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar kaynaklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar.
Camide ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç konusunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette ayrı bir ilâh.
Hukukta ayrı bir ilâh, ekonomide ayrı bir ilâh.
Düğünde ayrı bir ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı bir ilâh kabul edersek,
yâni hayatı parçalar
ve hayatın her bir biriminde ayrı bir ilâhın sözünü dinlersek
Allah korusun aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz.
Çünkü bakın Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da koyarak şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaktır.
(Mâide 73)
Evet eğer bir Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir parçasında ayrı Rablere, ayrı İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır.
Çünkü hayatı parçalamak şirktir.
Selef âlimlerimiz iyi anlaşılabilmesi için dinin hükümlerini, emirlerini ikiye ayırmışlar.
İbâdet ve muamelât diye.
Kur’an’ın inişinden asırlar sonra bu ayırım yapılmış.
İnsanın Allah’la arasındaki ilişkilerini düzenleyen dinin emirlerine ibâdet, insanın diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen bölümüne de muamelât denmiş. Ama bidâyette bunu yapanların niyetleri samimi idi.
Yâni herhangi bir art niyetleri yoktu.
Ve gerek bu ayırımın yapıldığı dönemlerde, gerekse ondan sonra asırlarca ibâdet dediğimiz dinin Allah’la insan arasındaki ilişkilerini düzenleyen prensipleri de, muamelât dediğimiz insanın çevresiyle münâsebetlerini düzenleyen prensipler de Kur’an’dan alınıyordu.
İbâdetin prensipleri de, muamelâtın prensipleri de Allah kaynaklı idi.
Her iki alanda da söz sahibi dindi.
Ama öyle bir zaman geldi ki ibâdet dediğimiz Allah’la kul arasındaki ilişkilerin prensipleri Allah’tan, muamelât dediğimiz insanın çevresiyle ilişkilerini düzenleyen prensipler de Parlamentodan alınmaya başlanınca işte Müslümanların hayatında şirk açığa çıkmış oldu.
Müslümanlar Allah ve başkaları kaynaklı ikilem içinde bir hayatın mahkûmu oldular.
Hayatlarının bir bölümünde Allah’ın kulu olurlarken, öteki bölümünde başkalarının kulu durumuna düştüler.
İşte bu, dini parçalamaydı, hayatı parçalamaydı.
Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleme, ama öteki bölümlerinde başka rablere, başka ilâhlara kulluk yapmaydı.
Çünkü insan kafasına göre mü’min olamaz.
Kimse kafasına göre bir iman ve İslâm belirleyemez.
Bu dinin belirleyicisi Allah’tır.
Öyleyse iman da, İslâm da Allah’ın istediği biçimde olmalıdır.
Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın istediği imanda, Allah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur.
Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur.
Ve İslâm bidâyetinden nihâyetine kadar insan hayatında bu ibâdet mefhumunu gerçekleştirmeyi en büyük gâye edinmiştir.
İnsanın bireysel hayatında, insanın Allah’la ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın çevresiyle ilişkilerinde, ekonomisinde, iktisadî hayatında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın bundan başka bir hedefi yoktur.
İslâm hayatının tümünde insanın Rabbine kul olmasını, Rabbine kulluk içinde olmasını istemektedir.
Kur’an baştan sona bu kulluğu anlatmaktadır.
Bu dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman ibâdet ve mu-amelâtın ayrı ayrı şeyler olmadığını görürüz.
Çünkü İlâh tektir.
Aksi takdirde insanın hayatına karışıcı iki ilâh kabul etmek zorunda kalırız ki işte bu da şirktir.
İbâdette ayrı bir ilâh, muamelâtta ayrı bir ilâh düşünmek şirkin taa kendisidir.
Hayatı parçalayanlar, hayatın bir bölümünde Allah yasalarını, öteki bölümlerinde de birtakım Allah tanımaz tâğutların, otoritelerin yasalarını uygulamaya çalışanlar, bu halleriyle de müslüman olabileceklerini zannedenler, kesinlikle bilmelidirler ki bu dinden uzaklaşıp büyük bir sapıklığın içine düşmektedirler.
Öyle değil mi?
Bir itikadı tanımayan bir insan nasıl olur da o itikadın sahibi olabilir?
Bir dinin özünü, mahiyetini tanımayan bir insan nasıl olur da o dinin mensubu olabilir?
Eğer ibâdetten maksat sadece hayatın bir bölümünü Allah’a ayırmak olsaydı, eğer ibâdet sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi belli şekiller ve hareketlerden ibaret olsaydı bunca peygamberler kafilesinin bu kadar eziyetler çekmesinin mânâsı kalmazdı.
O zaman asla Allah elçileriyle Allah düşmanları arasındaki bunca kavgalar olmazdı.
Halbuki çekilen bunca eziyetler, dökülen bunca kanlar beşeri kullara kulluktan kurtarıp tek bir Allah’a kul yapabilmek içindi.
Hayatın her bir alanında sadece Allah’a kul olmaları için, Allah berisinde tüm sahte Rableri, tüm yapay tanrı ve tanrıçaları reddetmek için bu kadar mücadeleler olmuştur.
Hayatın bazı bölümlerinde hak iddia eden, egemenlik iddia eden sahte rablerin, sahte tanrıların otoritelerini kırmak, ulûhiyet ve rubûbiyetlerini yok edip, ellerini Allah kullarının üzerinden çekip, hayatın tümünde yalnız Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek içindi.
Hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştirmek içindi.
Eğer peygamberler böyle bir taksime razı olsalardı; tamam, hayatın bazı bölümlerinde insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerin-de de sizi dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a kulluk yapsınlar deselerdi vallahi hiç birisinin burnu bile kanamazdı.
Sahte rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek kalmazdı.
Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a verilmesine karşı değillerdi.
Meselâ insanların hayatlarının ibâdet bölümünde Allah’ı dinlemelerine karşı değillerdi onlar.
Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı da dinleyebilirsiniz.
İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz.
Ama hayatın tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır diyorlardı.
Çünkü bizler de varız diyorlardı.
Bizim yasalarımız, bizim emirlerimiz, bizim arzularımız da dinlenmeli.
Biz de egemen olmalıyız hukukta.
Biz de egemen olmalıyız ekonomide.
Biz de egemen olmalıyız kılık kıyafette ve sosyal yasalarda diyorlardı.
Ayrıca dün de, bugün de bu yapay tanrılar tıpkı Allah’ın kullarına yaptığı gibi kendi kullarına cennetler ve cehennemler de vaad ediyorlar.
Kendi vahiylerini kabul edip uygulayanlara cennetler, reddedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar.
Kendilerini Allah makamında görüyorlar.
Biz tanrıyız!
Biz İlâhız!
Mülk bizimdir!
Saltanat bizimdir!
Egemenlik bizimdir!
Bilgiyi biz dağıtıyoruz!
Şifayı biz dağıtıyoruz!
Rızkı biz veriyoruz!
Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz
diyerek insanları kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa çağırmaktadırlar.
Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir!
Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz!
Rızık bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi çıkarır, sizi sürgün ederiz!
Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk etmezseniz, size türlü hastalıklar musallat ederiz.
İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız!
Size diploma vermeyiz, sizi doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir, güç kuvvet bizdedir!
Eğer bize kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz!
Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ederiz! Hayatı size zindan ederiz! Diyorlar.
Tıpkı bugün böyle diyerek Allah kullarını kendilerine, kendi yasalarına kulluğa çağıran sahte tanrılar ve tanrıçalar gibi dünün üçkâğıtçılarının karşısında da eğer Allah elçileri böyle bir hayata, böyle bir kulluğa, böyle bir taksime razı olup susuverselerdi, inanın değil sürgüne maruz kalmak, değil ölümle kucaklaşmak, burunları bile kanamazdı.
işte Fâtiha sûresinin bu bölümünde Rabbimize böyle bir ahitte bulunuyoruz.
Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir bölümünde değil, her bölümünde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni dinleriz, sadece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız.
Daraldığımız, bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yardım isteriz.
Çünkü bir kişinin Allah’tan başka birini, şu sebepler nizamı üzerinde müessir zannederek, etkili ve yetkili görerek ona dua etmesi, felâketler karşısında ondan medet beklemesi, ona sığınıp, onu kurtarıcı bilmesi o kişiye ibâdet anlamına gelmektedir.
Evet, insanlardan kimileri böyle kendilerinde bir nane görüp dua ettiklerinin, sığındıklarının kuludur.
Allah’a yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak ibâdet etmektedirler. Kimileri yasalarını uygulamaya çalıştıkları tâğutların kuludur,
kimileri fısıltılarına, vesveselerine kulak verdikleri, gösterdiği yoldan gittikleri şeytanın kuludur,
kimileri aşırı derecede sevip saydıkları dehaların, liderlerin kuludur.
Kimileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları nefislerinin, heva ve heveslerinin kulu,
kimileri Allah yasaları yerine ikame ettikleri modanın kulu,
kimileri Allah’ı darıltma pahasına da olsa uymaya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı gelinmez zannettikleri toplumun, çevrenin kulu,
kimileri yönetmeliklerin kuludur.
Gerek itikâdî anlamdaki kulluk olsun, gerek teşrî anlamındaki, kanun koyma konusundaki kulluk olsun, gerekse bilinen mânâdaki ibâdet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı kulluktur ve tamamı sadece Allah’a yapılmalıdır.
İşte onun için burada diyoruz ki:
“Allah’ım! Ben bunlardan hiç birisine kulluk yapmam!
Bunlardan hiç birisine itaat edip irademi, hürriyetimi teslim etmem!
Ben bunlardan hiç birisine boynumdaki ipi teslim etmem!
Ben ancak sana ibâdet ederim!
Ben ancak seni dinler, sana itaat eder ve senin çektiğin yere giderim!” diyoruz.
İşte İslâm’ın esası ve özü budur.
İnsanın kul olması demek, kulluk yapması demektir.
Her kulun bir efendisi vardır.
Biz, bu sözümüzle kendimizi Efendimize satıyoruz.
Satılan şeyin ikinci defa bir başkasına satılması, hem de bizi satın almak isteyen nefis, şeytan ve tâğutlar eğer bizi efendimizin aleyhinde kullanmak isteyenlerse, bu gerçekten çok ayıp bir şeydir.
Bu suçu dünyada, herhangi bir dünyalık adına işleyen kişi için bile mahkeme açılır.
Yâni sattığı bir malı ikinci defa bir başkasına satmaya kalkışan kimseye ceza verilir.
Öyleyse kelime-i şahâdet söyleyerek, ya da günde kırk defa namazlarımızda bu âyeti okuyarak kendimizi Allah’a satmışken, artık bir başkasına satılamayız.
Allah-kul, Rab-âbid, efendi-köle ve kulluk.
Esasen demin de ifade ettiğim gibi Kur’an’ın tamamı işte bu konuyu anlatır. Kur’an baştan sona bu üç konuyu anlatır.
Kur’an efendiden bahseder, efendinin sıfatlarını anlatır.
Sonra kuldan, köleden
ve bu iki varlık arasındaki ilişkiden, yâni kulluktan söz eder.
O halde ta baştaki sözü bir daha tekrar ediyorum, demek ki Kur’an’ın tamamı Fâtiha sûresinde toplanmıştır.
Fâtiha’da ifade ettiğimize göre bizim tek bir efendimiz vardır.
Biz köleyiz ve tek efendimize kulluk ediyoruz diyoruz.
Burada kendi kendimize bir soru soralım:
Acaba gerçekten biz bunun farkında mıyız?
Acaba gerçekten Fâtiha’nın bu bölümünde ne dediğimizin farkında mıyız? Acaba gerçekten biz böyle miyiz?
Acaba şu anda bizim efendimiz bir tane midir?
Acaba bugün tüm hayatımızda yalnız O’nu mu dinliyoruz?
Acaba hayatımızda dinleyip itaat ettiğimiz, teslim olup hizmet ettiğimiz başka rablerimiz, başka ilâhlarımız yok mu?
Burada bunu anlayabilmek için müsaadenizle bir tespitte bulunalım:
Bizim şu andaki kulluğumuz şuna benzer.
Bir hizmetçi, bir köle düşünün ki, aklının erdiği kadarıyla, babasından anasından gördüğü kadarıyla, çevresinden aldığı görgü kuralları çerçevesinde efendisine hizmet ediyor.
Meselâ sabahleyin bir düşünüyor, herhalde efendim benden bir sabah kahvaltısı ister diyor ve efendisine becerebildiği bir kahvaltı hazırlayıp ikram ediyor.
Bundan sonra, “Eh artık efendi öğle-ye kadar benden bir şey istemez” diyor ve sabahtan öğleye kadar ki zamanı efendiden uzakta, nefsinin arzuları istikâmetinde, Ayşe’nin, Fatma’nın hizmetinde, para kazanmanın peşinde, dedikodu peşinde ya da başka efendilerin hizmetinde koşturuyor.
Öğle vakti olunca hemen efendiyi hatırlıyor ve onun yanına gidiyor. “Galiba efendim bu vakitte benden bir öğle yemeği bekler” diyerek bir yemek ikram ediyor.
Kısa bir süre onunla meşgul olduktan, onun hizmetinde bulunduktan sonra “artık işim bitti” diyor ve yine başka efendilerin hizmetine dönüyor.
Akşam olunca da “her halde efendim benden bir yatak sermemi bekler” diyerek efendisine bir de yatak serince hepten onunla işi bitiyor.
Ne dersiniz? Acaba bu köle sizce iyi bir köle midir?
İkinci bir hizmetçi daha düşünün ki; bu biraz daha ötekisinden gayretli, görgülü.
Ötekisinden fazla olarak efendisinin hayvanına bakıyor, sabahla öğle arasında bir saat kadar onunla meşgul olduktan sonra, “her halde efendi benden biraz fıkra anlatmamı ister” diyerek yirmi dakika kadar efendiye fıkra anlatıyor.
Veya “efendi her halde yatmadan önce benden kendisine biraz kaval çalmamı bekler” diyerek on beş dakika kadar kaval çalıveriyor tamam.
Bu hizmetçi nasıl sizce?
Bizim şu anda efendimize yaptığımız aynen bunun gibi değil mi? Sabahleyin efendi bizden bir sabah namazı bekler herhalde diyerek sarhoşça, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, hangi taahhütlerde bulunduğumuzu bilmeden bir sabah namazı kılıyoruz.
Diyoruz ki tamam artık bundan sonra öğleye kadar efendinin beklediği başka bir şey yoktur.
Sanki bu anlayışla, bu edeple efendinin huzurundan ayrılıp Ayşe’nin, Fatma’nın, nefsin, şeytanın, şehvetin, tâğutların, paranın, pulun, şöhretin, dünyanın, dükkanın, tezgahın peşine takılıyoruz.
Öğle vakti yaklaştığı zaman efendiyi hatırlıyoruz, herhalde efendi benden bir öğle namazı bekler diyoruz, yine sarhoşça bir namaz kıldıktan sonra yine efendiyi unutup başka efendilerin, başka Rablerin peşine takılıyoruz.
Bizim hizmet anlayışımız, kulluk anlayışımız işte budur.
Halbuki İslâm’ın kulluğu bu değildir.
Allah’ın istediği kulluk bu değildir.
İslâm’ın kölelik anlayışı bu değildir. Şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki İslâm’daki kulluğun şartı zamanın tümünü efendiyle birlikte geçirmektir.
Sabah O’nunla beraber,
öğleye kadar O’nunla beraber,
öğle O’nunla beraber,
namaz kılarken O’nunla beraber,
ticaret yaparken O’nunla beraber,
yemek yerken O’nun kulu,
giyinirken soyunurken O’nun kulu,
severken küserken O’nun kulu,
yatarken O’nun kulu,
hanımıyla beraberken O’nun kulu,
tırnak keserken O’nun kulu,
hâsılı hayatın tümünde O’nun kulu
ve O’nunla beraber olmaktır.
Efendiden ayrı bir tek saniye bile düşünülemez.
İşte Allah’ın istediği kulluk budur.
Çünkü Allah kulunun hayatında boşluk bırakmaz.
Ve işte biz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde hayatın tümünü kulluk olarak Allah’a takdim edeceğimize dair Allah’a söz veriyoruz.
Ya Rabbi söz veriyorum, ben hayatımın tümünde sadece sana kulluk edecek, sadece seni dinleyeceğim diyoruz.
Ama bu gerçekten zordur.
Hayatın tümünde Allah’ın kulu olup, sadece O’nu dinlemek gerçekten zordur. Çünkü piyasada bizi Allah’a kulluktan koparıp kendilerine kulluğa çağıran yığınlarla varlık var.
Nefis, şeytanlar, tâğutlar, çevre, baba, ana, toplum, yasalar, yönetmelikler, müdür amir vs vs.
Bizi sadece Allah’a kulluktan, sadece Allah’ı dinleyip O’nun istediği gibi yaşa-maktan koparıp kendilerine de kulluğa çağıran yığınlarla varlık var.
İşte tüm bu aleyhteki unsurlardan kurtulup sadece Allah’a kulluk yapabilmek için, bu zoru başarabilmek için de burada Rabbimizden yardım istiyoruz.
Yâni kendisine yapacağımız kulluk konusunda da kendisinden yardım istiyoruz. “Ancak sana ibâdet eder, ancak senden yardım bekleriz” diyoruz.
Onun içindir ki namaz Allah’tan yardım isteme konusuymuş. Ebu Davut’un rivâyetinde şöyle buyurulur:
“Allah’ın Resûlü ne zaman bir şeye üzülürse hemen namaza dururdu."
Bir başka rivâyette de hadîseler onu üzüp, bitkin hale getirince:
"Bizi serinlet ey Bilal!"
Yâni; “Bir ezan oku ey Bilal!
Bir namaza duralım da rahatlayalım” buyururdu.
İbni Cerir rivâyet eder:
“Allah’ın Resûlü karnı ağrıyan bir adam gördü de ona şöyle buyurdu: "Kalk namaz kıl! Çünkü onun şifası namazdır" Buyurdu.”
Yine rivâyet edilir ki; “İbni Ab-bas’a kardeşinin vefat haberi verilince önce istirca etti, sonra da hemen bir kenara çekilip iki rekat namaz kıldı. Böyle bir durumda Allah’tan yadım dilemeyi ihmâl etmedi.” Namazla Allah’tan yardım dilemek.
Öyleyse biz de öyle bir namaz kılalım ki;
Allah bize yardım etsin, anlamına gelecektir bu.
Yâni Allah’ın yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız.
Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani bana beş bin lira verecektin!
Olmayacağına göre namazın bizzat kendisi yardımın gereğidir.
Yardımın anahtarıdır yâni.
Bir de peygamberimiz diyor ki “Namazla Allah’tan şifa isteyin” Demek ki şifa konusunda da yardım namazla olabilecek, namazla istenebilecektir.
Artık ne tür bir şifadır bu?
Sosyal dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz bilir diyoruz.
Herhalde Allah’ın istediği biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır.
Meselâ şu anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler, eminim bizden daha rahatlar.
Bazen kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı ölüyor gözünün önünde, ama adam hiç tınmıyor bile.
Niye? Belki de o ortamı daha bir yakın görüyor ve yaşıyor da ondan.
Eh şimdi namaz demek; kişinin Allah’la beraberliği demek olunca, elbette Allah’tan yardım dilemesi de, şifa dilemesi de mümkün olacaktır.
Namaz Allah’tan yardım isteme sebebidir.
Namaz "talim-i mesele"dir. Yâni Allah’tan istemeyi öğretendir.
Allah’tan nasıl isteneceğini öğretendir.
Veya Allah’tan istenmesi gerekeni isteme makamıdır namaz.
Ve, işte Fâtiha sûresinin bu âyetiyle Allah’tan yardım dileme makamında oluyoruz.
Evet, günde kırk defa biz namazla Allah’tan yardım istiyoruz.
Ya Rabbi tüm hayatımda sadece senin kulun olacağım!
Sadece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere gideceğim!
Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim!
Ama bu gerçekten çok zor bir şeydir.
Beni senden koparıp kendilerine kulluğa çağıran binlerce sahte rabler var.
Bu konuda da yardımı senden bekliyorum!
Bana yardım et Allah’ım! diye Allah’tan yardım isteme makamıdır namaz. Namaz kılmayan bir adam, yâni bu duayla günde kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm hayatı bozuk demektir.
Namaz kılmayan bir kişi oruç ta tutamaz.
Namaz kılmayan bir kişinin, Allah’ın istediği biçimde giyinmesi de mümkün değildir.
Namaz kılmayan bir kimse zekatı da veremez.
Namaz kılmayan bir kişinin çocuklarını Müslümanca eğitmesi de mümkün değildir.
Namaz kılmayan bir kişinin Allah’ın istediği biçimde müslümanca bir hayat yaşaması da mümkün değildir.
Namaz kılmayan bir kişinin tüm hayatı bozuktur.
Neden?
Çünkü Allah, ona yardım etmeyecek demektir.
Namaz kılarak ve namazında ya Rabbi tüm hayatımı Müslümanlaştıracağım, tüm hayatımda senin istediğin biçimde sana kulluk yapacağım, ancak bu konuların tümünde yardımı senden bekliyorum, diye günde kırk defa dua etmeyen bir adam Allah’ın yardımından mahrumdur.
Ve elbette Allah’ın yardımından mahrum olan bir kişinin hayatının düzgün olması da mümkün değildir.
Derken, bunu ortaya koyuyoruz. Ya Rabbi! Tüm kulluğumuz sanadır.
Tüm hayatımızı kulluk olarak sana sunuyoruz.
Hayatın tümünde senin kulun olduğumuzun farkındayız.
Ama üzülerek ifade edeyim ki şu anda pek çoğumuz ne dediğimizin farkında değiliz.
Biz sanki böyle değil de şöyle diyoruz: “İyyake Na’budu”sanki: “İyyake nüsalli ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ancak sana kulluk yaparız ve ancak yardımı senden bekleriz yerine.
Ancak sana namaz kılarız ve ancak senden yardım bekleriz diyoruz.
Veya: “İy-yake nesumu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ya Rabbi ancak sana oruç tutarız ve ancak senden yardım bekleriz diyoruz.
Veya: “İyyake nehuccu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ya Rabbi ancak senin için hacceder ve ancak senden yardım bekleriz diyoruz.
Niye böyle diyoruz?
Çünkü bizim ibâdetten anladığımız sadece bunlardır da ondan.
Hayatın tümünün kulluk olduğunun farkında değiliz, farkında olanlarımız da hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştiremiyor da ondan böyle diyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder