27 Haziran 2011 Pazartesi

28 haziran ikindi - FATİHANIN ZİHNİ İNŞASI 11

yalnız sana kulluk ederiz demekle ne diyoruz 
 
yalnız sana kulluk ederiz demekle ne diyoruz

bu konuyu Besairul Kuran isimli tefsirinde müfessir Ali KÜÇÜK şöyle açıklıyor;

“Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.”
Yal­nız sana kul köle oluruz ve yardımı da sadece senden bekleriz.
Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz ve sadece sen­den yardım umarız.
Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi istiyor Rabbimiz.
Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir?
Israrla tüm namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da hayatımızda başkalarını da dinleye­ceğimiz, başkalarının da çektiği yere gideceğimiz konusunda bilgi sa­hibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak mı istiyor?
Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki, bizi uyarmak istiyor?
Acaba kendisinden başkalarına da kul­luk edeceği­miz konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzu­runa çağırışta bizden bu ahdimizi yenilememizi istiyor?
Bu mânâ etrafında düşüne­lim şimdi.

Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâ­dık mıyız?
Acaba şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz?
Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendi­lerimiz, başka mâbudlarımız yok mu?
Acaba şu anda tüm hayatı­mız-da sadece Allah’ı mı dinliyoruz?
Acaba hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı?
Yoksa hayatımızın bazı bölümle­rinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz?
Bu ko­nuda sıhhatli bir karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir.
İbâdet, itaat demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını ye­rine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz etmeksizin onun is­teklerine boyun bükmek demektir.

Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başla­yınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:

“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail oğullarını ken­dine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.”
(Şuarâ 22)

Evet âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek, onları kendisine kul köle edin­mişti.
Demek ki bir varlığın emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gel­mek-tedir.

Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:

"Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bu­lunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)

Dikkat ediyor musunuz?
Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryü­zünde en kötü, en şerli varlıkların özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâ-ğut” buyuruyor.
Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şey­tanların kulu olanlar.
Allah’tan başkalarının emirle­rine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor.

İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder:
Allah’a is­yan edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve başkanlıktır.

"Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı ina­nacağız? " deyip onları yalancı saydılar.
(Mü’minûn 47)

Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre;
Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Al­lah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konu­mundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz al­tındayken, o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?” diyorlardı.

Bu konuda son olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuya­lım inşallah:

Ey insanoğulları! Ben size, şeytana ibâdet etme­yin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn 60,61)

Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz edili­yor.
Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?”

Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir?
Biz biliyo­ruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez.
Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler.
Ama anlıyo­ruz ki burada kaste­dilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir.
Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demek­tir.

Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara namaz kılmak demek de­ğil;
bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların emirlerini dinle­mek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzen­lemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demek­tir.

Demek ki; Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka efendiler belirleyip onların emirle­rine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu duruma düşmemizi iste­meyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi, hayatımızın tü­münde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha sûre­sinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir.

Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler.
Müşrik­ler ise hayatlarına karışacak Al­lah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul ederler.
Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama ha­yatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız.
Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir.
Bunların yasaları da uygulanma­lıdır.
Bunların da emretme, nehyetme hakları vardır.
Bunlar da itaat edilme makamındadırlar.
Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler.
Kulluk bunların da hakkıdır diyorlar.

İşte bu şekilde yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek demek; onlara da kulluk etmek demek­tir.
Adiy Bin Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir şekilde böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine geti­rip yasakladıklarına da itaatin mahza onlara kulluk ol­duğunu, onlara ibâdet olduğunu anlatır.

Demek ki Fâtiha’nın bu bölümünde herhalde bizim kendi­sini bı­rakıp başkalarına kulluk yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına da kulluk yaparak, başkalarını da din­leyerek, başkalarının önünde de eğilerek belimizin kamburlaşaca­ğından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz isteniyor?
Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir ve şu anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryü­zünde binlerce tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, ka­nun koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amir­ler, ağalar, babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde.
Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu sözü unutup, hayatını par­çalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendi­lere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun, artık şirke düşmüş demektir.

Acaba şu anda öyle olmamış mı? Diyesim geliyor.
Acaba böyle değil miyiz bugün?
Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın.
Acaba şu anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün?
Acaba Müslümanlar Allah’tan başkala­rına itaat etmiyorlar mı bugün?
Allah’tan başkala­rından korkmuyorlar mı?
Allah’tan başkalarına güven bağlamı­yorlar mı?
Allah’tan başkala­rını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmü­yorlar mı?
Allah’tan başkalarını hayata egemen bilmiyorlar mı?
Allah’tan başkalarını rezzâk bilmiyor­lar mı?
İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının gazabından emin ol­mak için Allah’ın arzularını terk etmiyorlar mı?
Acaba Allah’tan baş­kalarının kapısında adâlet arayanlar Allah’ın adâletini beğenmedikle­rinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz sa­dece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun dışında da dinleyeceğimiz ilâhları­mız var demiyorlar mı bu halleriyle?

Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:

“Allah buyurdu ki İki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek İlâhtır”
(Nahl 51)

“İki İlâh edinmeyin” diyor Allah.
Sizin kendisine kulluk edece­ği­niz, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gidece­ğiniz, hayat programını kendisinden alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor.
Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, hayatı­nıza karışa­cak iki İlâhınız olmasın.
Camide ayrı bir ilâhınız, cad­dede ayrı bir ilâ­hınız olmasın.
Namaz konusunda sözünü dinleye­ceğiniz ayrı bir ilâhı­nız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız ol­masın.
Oruç konusunda ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konu­sunda ayrı bir ilâhınız olmasın.
Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olma­sın.
Evet camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın diyor Rabbimiz.
Çünkü bi­zim camide yap­tıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir.
Hayatı­mızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur.

Allah’ın saptırdığı kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar.
Kilise­nin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat diye.
Veya kilisenin içinde Allah’a ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı hayat ve dışarıda, sosyal hayatta başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar kay­naklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar.
Camide ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç konu­sunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette ayrı bir ilâh.
Hukukta ayrı bir ilâh, ekonomide ayrı bir ilâh.
Düğünde ayrı bir ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı bir ilâh ka­bul edersek,

yâni hayatı parçalar
ve ha­yatın her bir biriminde ayrı bir ilâhın sözünü dinlersek
Allah koru­sun aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz.

Çünkü bakın Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da ko­yarak şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâ­fir ol­muştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dedikle­rinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr eden­ler elem ve­rici bir azaba uğrayacaktır.
(Mâide 73)

Evet eğer bir Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir par­çasında ayrı Rablere, ayrı İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır.
Çünkü hayatı parçalamak şirktir.

Selef âlimlerimiz iyi anlaşılabilmesi için dinin hükümlerini, emir­le­rini ikiye ayırmışlar.
İbâdet ve muamelât diye.
Kur’an’ın ini­şin­den asırlar sonra bu ayırım yapılmış.
İnsanın Allah’la arasındaki iliş­kilerini düzenleyen dinin emirlerine ibâdet, insanın diğer insan­larla ilişkilerini düzenleyen bölümüne de muamelât denmiş. Ama bidâyette bunu yapanların niyetleri samimi idi.
Yâni herhangi bir art niyetleri yoktu.
Ve gerek bu ayırımın yapıldığı dönemlerde, ge­rekse ondan sonra asırlarca ibâdet dediğimiz dinin Allah’la insan arasındaki ilişkile­rini düzenleyen prensipleri de, muamelât dediği­miz insanın çevresiyle münâsebetlerini düzenleyen prensipler de Kur’an’dan alınıyordu.
İbâ­detin prensipleri de, muamelâtın prensipleri de Allah kaynaklı idi.
Her iki alanda da söz sahibi dindi.
Ama öyle bir zaman geldi ki ibâdet de­diği­miz Allah’la kul arasındaki ilişkilerin prensipleri Allah’tan, muame­lât dediğimiz insanın çevresiyle ilişkilerini düzenleyen prensipler de Parlamentodan alınmaya başlanınca işte Müslümanların haya­tında şirk açığa çıkmış oldu.
Müslümanlar Allah ve başkaları kay­naklı ikilem içinde bir hayatın mahkûmu oldular.
Hayatlarının bir bölümünde Al­lah’ın kulu olurlarken, öteki bölümünde başkalarının kulu durumuna düştüler.

İşte bu, dini parçalamaydı, hayatı parçalamaydı.
Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleme, ama öteki bölümlerinde başka rablere, başka ilâhlara kulluk yapmaydı.
Çünkü insan kafasına göre mü’min olamaz.
Kimse kafasına göre bir iman ve İslâm be­lirleyemez.
Bu dinin belirleyicisi Allah’tır.
Öyleyse iman da, İslâm da Allah’ın istediği bi­çimde olmalıdır.
Şunu kesinlikle bilelim ki Al­lah’ın istediği imanda, Al­lah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur.
Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur.
Ve İslâm bidâyetinden ni­hâyetine kadar insan hayatında bu ibâdet mefhumunu gerçekleş­tirmeyi en büyük gâye edinmiştir.
İnsa­nın bireysel hayatında, in­sanın Allah’la ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın çevresiyle ilişkilerinde, ekonomisinde, iktisadî ha­yatında, ceza hu­kukunda, medenî ve aile hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın bundan başka bir hedefi yoktur.
İslâm hayatının tümünde insanın Rabbine kul olmasını, Rabbine kulluk içinde olma­sını is­temektedir.
Kur’an baştan sona bu kulluğu anlatmaktadır.
Bu dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman ibâdet ve mu-amelâtın ayrı ayrı şeyler olmadığını görürüz.
Çünkü İlâh tektir.
Aksi takdirde insanın hayatına karışıcı iki ilâh kabul etmek zo­runda kalırız ki işte bu da şirktir.
İbâdette ayrı bir ilâh, muamelâtta ayrı bir ilâh dü­şünmek şirkin taa kendisidir.

Hayatı parçalayanlar, hayatın bir bölümünde Allah yasalarını, öteki bölümlerinde de birtakım Allah tanımaz tâğutların, otoritelerin yasalarını uygulamaya çalışanlar, bu halleriyle de müslüman olabile­ceklerini zannedenler, kesinlikle bilmelidirler ki bu dinden uzaklaşıp büyük bir sapıklığın içine düşmektedirler.
Öyle değil mi?
Bir itikadı ta­nımayan bir insan nasıl olur da o itikadın sahibi olabilir?
Bir dinin özünü, mahiyetini tanımayan bir insan nasıl olur da o dinin mensubu ola­bilir?

Eğer ibâdetten maksat sadece hayatın bir bölümünü Al­lah’a ayırmak olsaydı, eğer ibâdet sadece namaz, oruç, hac, ze­kat gibi belli şekiller ve hareketlerden ibaret olsaydı bunca peygam­berler kafilesi­nin bu kadar eziyetler çekmesinin mânâsı kalmazdı.

O zaman asla Allah elçileriyle Allah düşmanları arasındaki bunca kavgalar olmazdı.

Halbuki çekilen bunca eziyetler, dökülen bunca kanlar beşeri kullara kulluktan kurtarıp tek bir Allah’a kul yapabil­mek içindi.
Hayatın her bir alanında sadece Allah’a kul olmaları için, Allah berisinde tüm sahte Rableri, tüm yapay tanrı ve tanrı­çaları reddetmek için bu kadar müca­deleler olmuştur.
Hayatın bazı bölümlerinde hak iddia eden, egemen­lik iddia eden sahte rablerin, sahte tanrıların otoritelerini kırmak, ulûhiyet ve rubûbiyetlerini yok edip, ellerini Allah kullarının üzerinden çekip, hayatın tümünde yalnız Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek içindi.
Hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştirmek içindi.

Eğer peygamberler böyle bir taksime razı olsalardı; tamam, hayatın bazı bölümlerinde insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerin-de de sizi dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a kulluk yapsınlar de­selerdi vallahi hiç birisinin burnu bile kanamazdı.
Sahte rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek kalmazdı.
Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a ve­rilmesine karşı değillerdi.
Meselâ insanların hayatlarının ibâdet bölü­münde Allah’ı dinlemelerine karşı değil­lerdi onlar.
Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı da dinle­yebilirsiniz.
İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz.
Ama hayatın tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır diyorlardı.
Çünkü bizler de varız di­yorlardı.
Bizim yasalarımız, bizim emirlerimiz, bizim arzularımız da dinlenmeli.
Biz de egemen olmalıyız hukukta.
Biz de egemen ol­malıyız ekonomide.
Biz de egemen olmalıyız kılık kıyafette ve sosyal yasalarda diyorlardı.

Ayrıca dün de, bugün de bu yapay tanrılar tıpkı Allah’ın kulla­rına yaptığı gibi kendi kullarına cennetler ve cehennemler de vaad ediyorlar.
Kendi vahiylerini kabul edip uygulayanlara cen­netler, red­dedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar.
Kendilerini Allah makamında görüyorlar.
Biz tanrıyız!
Biz İlâhız!
Mülk bizimdir!
Saltanat bizimdir!
Egemenlik bizimdir!
Bilgiyi biz dağıtıyoruz!
Şifayı biz dağıtıyoruz!
Rızkı biz veriyoruz!
Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz
diyerek in­sanları kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa çağırmaktadırlar.

Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir!
Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz!
Rızık bizdedir, eğer bizim de­diklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayi­ninizi çıkarır, sizi sürgün ederiz!
Şifa bizdedir, eğer bizim arzuları­mıza kul­luk etmezseniz, size türlü hastalıklar musallat ederiz.
İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız!
Size diploma vermeyiz, sizi doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Ege­menlik bizdedir, güç kuvvet bizdedir!
Eğer bize kul­luk etmezseniz dünyayı size haram ederiz!
Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul etmezse­niz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ede­riz! Hayatı size zindan ederiz! Diyorlar.



Tıpkı bugün böyle diyerek Allah kullarını kendilerine, kendi ya­salarına kulluğa çağıran sahte tanrılar ve tanrıçalar gibi dünün üçkâ­ğıtçılarının karşısında da eğer Allah elçileri böyle bir hayata, böyle bir kulluğa, böyle bir taksime razı olup susuverselerdi, inanın değil sür­güne maruz kalmak, değil ölümle kucaklaşmak, burunları bile kana­mazdı.



işte Fâtiha sûresinin bu bölümünde Rabbimize böyle bir ahitte bulunuyoruz.

Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir bölümünde değil, her bölü­münde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni dinleriz, sa­dece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız.
Daraldığımız, bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yar­dım isteriz.
Çünkü bir kişinin Allah’tan başka birini, şu sebepler ni­zamı üzerinde müessir zannederek, etkili ve yetkili görerek ona dua etmesi, felâketler karşı­sında ondan medet beklemesi, ona sığınıp, onu kurtarıcı bilmesi o ki­şiye ibâdet anlamına gelmektedir.

Evet, insanlardan kimileri böyle kendilerinde bir nane görüp dua ettiklerinin, sığındıklarının kuludur.
Allah’a yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak ibâdet etmektedirler. Kimileri yasalarını uy­gulamaya çalıştıkları tâğutların kuludur,
kimileri fısıltılarına, ves­vese­lerine kulak verdikleri, gösterdiği yoldan gittikleri şeytanın kuludur,
ki­mileri aşırı derecede sevip saydıkları dehaların, liderle­rin kuludur.
Ki­mileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları nefislerinin, heva ve heves­lerinin kulu,
kimileri Allah yasaları yerine ikame et­tikleri modanın kulu,
kimileri Allah’ı darıltma pahasına da olsa uy­maya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı gelinmez zan­nettikleri toplumun, çevrenin kulu,
kimileri yönetmeliklerin kuludur.

Gerek itikâdî anlamdaki kulluk olsun, gerek teşrî anlamındaki, kanun koyma konusundaki kulluk ol­sun, gerekse bilinen mânâdaki ibâdet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı kulluktur ve tamamı sadece Allah’a yapılma­lıdır.

İşte onun için burada diyoruz ki:

“Allah’ım! Ben bunlardan hiç birisine kulluk yapmam!
Bunlar­dan hiç birisine itaat edip irademi, hürriyetimi teslim etmem!
Ben bunlardan hiç birisine boynumdaki ipi teslim etmem!
Ben an­cak sana ibâdet ederim!
Ben ancak seni dinler, sana itaat eder ve senin çekti­ğin yere giderim!” diyoruz.

İşte İslâm’ın esası ve özü budur.
İnsanın kul olması demek, kul­luk yapması demektir.
Her kulun bir efendisi vardır.
Biz, bu sö­zü­müzle kendimizi Efendimize satıyoruz.
Satılan şeyin ikinci defa bir başkasına satılması, hem de bizi satın almak isteyen nefis, şeytan ve tâğutlar eğer bizi efendimizin aleyhinde kullanmak iste­yenlerse, bu gerçekten çok ayıp bir şeydir.
Bu suçu dünyada, herhangi bir dünyalık adına işleyen kişi için bile mah­keme açılır.
Yâni sattığı bir malı ikinci defa bir başkasına satmaya kalkışan kimseye ceza verilir.
Öyleyse kelime-i şahâdet söyleye­rek, ya da günde kırk defa namazlarımızda bu âyeti okuyarak kendimizi Allah’a satmışken, artık bir başkasına satılamayız.

Allah-kul, Rab-âbid, efendi-köle ve kulluk.
Esasen demin de ifade ettiğim gibi Kur’an’ın tamamı işte bu konuyu anlatır. Kur’an baştan sona bu üç konuyu anlatır.
Kur’an efendiden bah­seder, efen­dinin sıfatlarını anlatır.
Sonra kuldan, köleden
ve bu iki varlık arasın­daki ilişkiden, yâni kulluktan söz eder.
O halde ta baştaki sözü bir daha tekrar ediyorum, demek ki Kur’an’ın tamamı Fâtiha sûresinde toplanmıştır.

Fâtiha’da ifade ettiğimize göre bizim tek bir efendimiz var­dır.
Biz köleyiz ve tek efendimize kulluk ediyoruz diyoruz.
Burada kendi kendimize bir soru soralım:
Acaba gerçekten biz bunun far­kında mı­yız?
Acaba gerçekten Fâtiha’nın bu bölümünde ne dedi­ğimizin far­kında mıyız? Acaba gerçekten biz böyle miyiz?
Acaba şu anda bizim efendimiz bir tane midir?
Acaba bugün tüm haya­tımızda yalnız O’nu mu dinliyoruz?
Acaba hayatımızda dinleyip itaat ettiğimiz, teslim olup hizmet ettiğimiz başka rablerimiz, başka ilâhlarımız yok mu?



Burada bunu anlayabilmek için müsaadenizle bir tespitte bulu­nalım:
Bizim şu andaki kulluğumuz şuna benzer.
Bir hizmetçi, bir köle düşünün ki, aklının erdiği kadarıyla, babasından anasın­dan gördüğü kadarıyla, çevresinden aldığı görgü kuralları çerçe­vesinde efendisine hizmet ediyor.
Meselâ sabahleyin bir düşünü­yor, herhalde efendim benden bir sabah kahvaltısı ister diyor ve efendisine becerebildiği bir kahvaltı hazırlayıp ikram ediyor.
Bun­dan sonra, “Eh artık efendi öğ­le-ye kadar benden bir şey istemez” di­yor ve sabahtan öğleye kadar ki zamanı efendiden uzakta, nefsinin arzuları istikâmetinde, Ayşe’nin, Fatma’nın hizmetinde, para kazanmanın peşinde, dedikodu peşinde ya da başka efendilerin hizmetinde koşturuyor.
Öğle vakti olunca he­men efen­diyi hatırlıyor ve onun yanına gidiyor. “Galiba efendim bu vakitte benden bir öğle yemeği bekler” diyerek bir yemek ikram edi­yor.
Kısa bir süre onunla meşgul olduktan, onun hizmetinde bulun­duktan sonra “artık işim bitti” diyor ve yine başka efendilerin hizme­tine dönüyor.
Akşam olunca da “her halde efendim benden bir ya­tak ser­memi bekler” diyerek efendisine bir de yatak serince hepten onunla işi bitiyor.
Ne dersiniz? Acaba bu köle sizce iyi bir köle mi­dir?

İkinci bir hizmetçi daha düşünün ki; bu biraz daha ötekisin­den gayretli, görgülü.
Ötekisinden fazla olarak efendisinin hayva­nına ba­kıyor, sabahla öğle arasında bir saat kadar onunla meşgul olduktan sonra, “her halde efendi benden biraz fıkra anlatmamı ister” diyerek yirmi dakika kadar efendiye fıkra anlatıyor.
Veya “efendi her halde yatmadan önce benden kendisine biraz kaval çalmamı bekler” diyerek on beş da­kika kadar kaval çalıveriyor tamam.
Bu hizmetçi nasıl sizce?

Bizim şu anda efendimize yaptığımız aynen bunun gibi değil mi? Sabahleyin efendi bizden bir sabah namazı bekler her­halde diye­rek sarhoşça, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, hangi taahhütlerde bulunduğumuzu bilmeden bir sabah namazı kılıyo­ruz.
Diyoruz ki ta­mam artık bundan sonra öğleye kadar efendinin beklediği başka bir şey yoktur.
Sanki bu anlayışla, bu edeple efendinin huzurundan ayrı­lıp Ayşe’nin, Fatma’nın, nefsin, şeyta­nın, şehvetin, tâğutların, paranın, pulun, şöhretin, dünyanın, dük­kanın, tezgahın peşine takılıyoruz.
Öğle vakti yaklaştığı zaman efendiyi hatırlıyoruz, herhalde efendi benden bir öğle namazı bekler diyoruz, yine sarhoşça bir namaz kıl­dıktan sonra yine efen­diyi unutup başka efendilerin, başka Rablerin peşine takılıyoruz.
Bizim hizmet anlayışımız, kulluk anlayışımız işte budur.

Halbuki İslâm’ın kulluğu bu değildir.
Allah’ın istediği kulluk bu değildir.
İslâm’ın kölelik anlayışı bu değildir. Şunu hiç bir za­man hatı­rımızdan çıkarmayalım ki İslâm’daki kulluğun şartı zama­nın tümünü efendiyle birlikte geçirmektir.
Sabah O’nunla beraber,
öğleye kadar O’nunla beraber,
öğle O’nunla beraber,
namaz kılar­ken O’nunla be­raber,
ticaret yaparken O’nunla beraber,
yemek yerken O’nun kulu,
giyinirken soyunurken O’nun kulu,
severken küserken O’nun kulu,
yatarken O’nun kulu,
hanımıyla beraberken O’nun kulu,
tırnak keser­ken O’nun kulu,
hâsılı hayatın tümünde O’nun kulu
ve O’nunla bera­ber olmaktır.
Efendiden ayrı bir tek sa­niye bile düşünülemez.
İşte Al­lah’ın istediği kulluk budur.
Çünkü Allah kulunun hayatında boşluk bı­rakmaz.



Ve işte biz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde hayatın tümünü kul­luk olarak Allah’a takdim ede­ceğimize dair Allah’a söz veriyoruz.
Ya Rabbi söz veriyorum, ben hayatımın tümünde sadece sana kulluk edecek, sadece seni dinleyeceğim diyoruz.
Ama bu gerçekten zordur.
Hayatın tümünde Allah’ın kulu olup, sadece O’nu dinlemek ger­çekten zordur. Çünkü piyasada bizi Allah’a kulluktan koparıp ken­dilerine kulluğa çağıran yığınlarla varlık var.
Nefis, şeytanlar, tâğutlar, çevre, baba, ana, toplum, yasalar, yönetmelikler, müdür amir vs vs.
Bizi sa­dece Allah’a kulluktan, sadece Allah’ı dinleyip O’nun istediği gibi ya­şa-maktan koparıp kendilerine de kulluğa ça­ğıran yığınlarla varlık var.
İşte tüm bu aleyhteki unsurlardan kur­tulup sadece Allah’a kulluk ya­pabilmek için, bu zoru başarabilmek için de burada Rabbimizden yar­dım istiyoruz.
Yâni kendisine yapacağımız kulluk konusunda da ken­disinden yardım istiyoruz. “Ancak sana ibâdet eder, ancak senden yardım bekleriz” diyoruz.
Onun içindir ki namaz Allah’tan yardım is­teme konusuymuş. Ebu Davut’un rivâyetinde şöyle buyurulur:

“Allah’ın Resûlü ne zaman bir şeye üzülürse he­men namaza dururdu."

Bir başka rivâyette de hadîseler onu üzüp, bitkin hale geti­rince:

"Bizi serinlet ey Bilal!"

Yâni; “Bir ezan oku ey Bilal!
Bir namaza duralım da rahatlaya­lım” buyururdu.

İbni Cerir rivâyet eder:
“Allah’ın Resûlü karnı ağrıyan bir adam gördü de ona şöyle buyurdu: "Kalk na­maz kıl! Çünkü onun şifası namazdır" Buyurdu.”

Yine rivâ­yet edilir ki; “İbni Ab-bas’a kardeşinin vefat haberi verilince önce istirca etti, sonra da he­men bir kenara çekilip iki rekat namaz kıldı. Böyle bir durumda Al­lah’tan yadım dilemeyi ihmâl etmedi.” Na­mazla Allah’tan yardım dile­mek.

Öyleyse biz de öyle bir namaz kılalım ki;
Allah bize yardım et­sin, anlamına gelecektir bu.
Yâni Allah’ın yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız.
Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani bana beş bin lira verecektin!
Olmayacağına göre namazın bizzat ken­disi yardımın gereğidir.
Yardımın anahtarıdır yâni.
Bir de peygam­berimiz diyor ki “Namazla Allah’tan şifa isteyin” Demek ki şifa konusunda da yardım namazla olabilecek, namazla istenebi­lecektir.
Artık ne tür bir şifadır bu?
Sosyal dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz bilir diyoruz.

Herhalde Allah’ın istediği biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır.
Meselâ şu anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler, eminim bizden daha rahatlar.
Bazen kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı ölüyor gözü­nün önünde, ama adam hiç tınmıyor bile.
Niye? Belki de o ortamı daha bir yakın görüyor ve yaşıyor da ondan.
Eh şimdi namaz de­mek; kişinin Allah’la bera­berliği demek olunca, elbette Allah’tan yardım dilemesi de, şifa dile­mesi de mümkün olacaktır.

Namaz Allah’tan yardım isteme sebebidir.
Namaz "talim-i mesele"dir. Yâni Allah’tan istemeyi öğretendir.
Allah’tan nasıl iste­neceğini öğretendir.
Veya Allah’tan istenmesi gerekeni isteme maka­mıdır namaz.
Ve, işte Fâtiha sûresinin bu âyetiyle Allah’tan yardım dileme makamında oluyoruz.
Evet, günde kırk defa biz na­mazla Al­lah’tan yardım istiyoruz.

Ya Rabbi tüm hayatımda sadece senin kulun olacağım!
Sa­dece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere gidece­ğim!
Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim!
Ama bu ger­çekten çok zor bir şeydir.
Beni senden koparıp kendilerine kulluğa çağıran binlerce sahte rabler var.
Bu konuda da yardımı senden bekliyorum!
Bana yardım et Allah’ım! diye Allah’tan yardım isteme maka­mıdır namaz. Namaz kılmayan bir adam, yâni bu du­ayla günde kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm hayatı bozuk demektir.
Namaz kılmayan bir kişi oruç ta tutamaz.
Namaz kılmayan bir kişinin, Allah’ın istediği biçimde giyinmesi de mümkün değildir.
Namaz kılma­yan bir kimse zekatı da veremez.
Namaz kılmayan bir kişinin çocukla­rını Müslümanca eğitmesi de mümkün değildir.
Namaz kılmayan bir kişinin Allah’ın istediği biçimde müslümanca bir hayat yaşaması da mümkün değildir.
Namaz kılma­yan bir kişinin tüm hayatı bozuktur.
Neden?
Çünkü Allah, ona yar­dım etmeyecek demektir.
Namaz kılarak ve namazında ya Rabbi tüm hayatımı Müslümanlaştıracağım, tüm hayatımda senin istedi­ğin biçimde sana kulluk yapacağım, ancak bu konuların tümünde yardımı senden bekliyorum, diye günde kırk defa dua etmeyen bir adam Allah’ın yardımından mahrumdur.
Ve elbette Allah’ın yardımından mahrum olan bir kişinin hayatının düzgün olması da mümkün de­ğildir.

Derken, bunu ortaya koyuyoruz. Ya Rabbi! Tüm kulluğu­muz sa­nadır.
Tüm hayatımızı kulluk olarak sana sunuyoruz.
Ha­yatın tü­münde senin kulun olduğumuzun farkındayız.
Ama üzüle­rek ifade edeyim ki şu anda pek çoğumuz ne dediğimizin farkında değiliz.
Biz sanki böyle değil de şöyle diyoruz: “İyyake Na’budu”sanki: “İyyake nüsalli ve iyyake nestaiyn” di­yoruz.

Yâni ancak sana kulluk yaparız ve ancak yardımı senden bekleriz yerine.
Ancak sana namaz kılarız ve ancak senden yar­dım bekleriz diyoruz.

Veya: “İy-yake nesumu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.

Yâni ya Rabbi ancak sana oruç tutarız ve an­cak senden yardım bekleriz diyoruz.

Veya: “İyyake nehuccu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.

Yâni ya Rabbi ancak senin için hacceder ve ancak senden yardım bekleriz di­yoruz.

Niye böyle di­yoruz?
Çünkü bizim ibâdetten anladığımız sadece bunlardır da ondan.
Hayatın tümünün kulluk olduğunun farkında deği­liz, far­kında olanlarımız da hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçek­leşti­remiyor da ondan böyle diyoruz.

Hiç yorum yok: